Faydalı Bağlantılar

İzleyiciler

23 Mayıs 2011 Pazartesi

İşsizliğin Çalışan Birey Üzerindeki Etkisi: İşsizlik Kaygısı


Küreselleşme beraberinde yeni ekonomik dünya düzeninin oluşturduğu sorunlardan bir tanesi de “işsizlik” konusudur. İşsizlik, bir kişinin çalışmak istemesine ve bu yönde çaba sarf etmesine, ve her türlü ücret haddini kabul etmesine rağmen bir iş bulamaması durumudur.Verili koşullar altında çalışacak iş aranmasına rağmen, bulunamadığı durum olarak tanımlanır.
Bir kişinin işsiz olması, iş piyasasına hiç girememiş olmaktan kaynaklanabileceği gibi, mevcut işini kaybetmesi şeklinde de olabilir. Dolayısıyla iş hayatına girme yaşına geldiği halde ve iş bulma istek ve arzusunda olmasına rağmen iş bulamamış ve iş piyasasına girememiş kişilerden işsiz diye söz etmek mümkün olabileceği gibi, mevcut işini kaybeden ve yeni bir iş arayışında bulunanlar da işsiz olarak adlandırılır.

İşsizlik konusunun, son dönemlerde tüm dünyada ciddi bir sorun olduğu, dikkat çekici bir gelişmedir. Gerek gelişmiş ülkelerin, gerekse gelişmekte olan ülkelerin en temel sosyal sorunlarının başında gelmektedir. Teknolojik değişimin hızlanması ve buna bağlı olarak çalışma yaşamında eskiye göre daha sık ve büyük değişimlerin yaşanması, özellikle bazı grupların işsiz kalma riskini arttırmıştır.[1]

Günümüzde, işsizlik sorunu ülkelerin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeylerine bağlı olarak farklılık gösterse de, tüm ülkelerin bir numaralı sorunu olmaya devam etmektedir. Bu durum; Türkiye'de, yaşanan ekonomik krize ve hızlı nüfus artışına bağlı olarak temelde yapısal bir işsizlik boyutunda kendini göstermekte olup sadece işini kaybedenleri değil, bir işe sahip olanları da etkilemektedir.

Birey için mevcut olan işini kaybetmek; ekonomik anlamda geçim kaynağına bağlı olarak yaşam standartlarının düşmesi anlamına gelir. Kuşkusuz ekonomik olarak açacağı sorunlar çok önemlidir. Sorunun önemli bir boyutunu ise, kişinin işini kaybetmesinin verdiği fiziki ve ruhi değişiklikler, kişilerde yarattığı korku, fiziksel ve ruhsal sağlığının bozulması, ve toplumun değer yargılarının yitirilerek ortaya çıkan ümitsizlik oluşturmaktadır. Bütün bu olumsuzluklar halihazırdaki işgücünü de bütünüyle etkilemekte ve bir başka çok daha önemli bir konuyu gündeme getirmektedir. Bu da çalışan kesimde ortaya çıkan işsizlik kaygısı. Özellikle özel sektörde ortaya çıkan bu kaygı, iş güvencesi içinde olmayan bu kesimin işgücü verimini de olumsuz etkilemektedir.

Ekonomik kriz beraberinde işten çıkartılan çalışma arkadaşlarını, yakın dostlarını gören halihazırdaki çalışan kesimin her an işsiz kalabileceği kaygısı ve korkusu, sadece kişinin verimliliğini etkilememekte, sağlığını da bozmaktadır. Bu nedenle işsizlik kavramını bu yönüyle incelemek ve etkilerini değerlendirmek yararlı olacaktır.

1. İnsan Yaşamında Çalışmanın Anlamı
İnsanın bir iş sahibi olması ya da çalışmak istemesinin temelinde kuşkusuz öncelikle geçim kaygısı, bunun da gerisinde yaşamını sürdürme dürtüsü bulunmaktadır[2] . Diğer yandan çalışmanın bireye saygınlık kazandırması, sosyal çevre ile etkileşim kurmasını, toplumda itibar görmesini sağlaması gibi sosyal anlamda birçok katkısından söz etmek mümkündür. Bu noktalardan hareketle bireyin yaşamında “çalışma”nın merkezi bir yere ve öneme sahip olduğunu söylemek mümkündür[3] .
İnsan için çalışmanın üç temel anlamı vardır. 1) Çalışmak insanın yaşamının devamını sağlamak için gelir elde etme öğesidir. 2) Çalışmak, aynı zamanda insanda manevi anlamda bir haz oluşturur, bireyin kendini mutlu ve bağımsız hissetmesini, dolayısıyla yaşamdan doyum almasını sağlar[4] . Bir diğer ifade ile doyum kaynağıdır. 3) Çalışmak, statü ve sembol unsurudur. Kendisine ve ailesine sosyal statü sağlar ve bu statü, bireyin yaşamını düzenler.
Ana hatları ile ele alındığında bireyin yaşamını devam ettirebilmek amacıyla gelir elde etme fonksiyonu ile “ekonomik”, manevi anlamda haz duymak, kendini mutlu hissetmek, bağımsız ve özgür hissetmek, kısacası hayattan zevk alabilme fonksiyonları ile “psiko-sosyal” [5] ve bir grubun mensubu olmak, takdir edilmek, kabul görmek, statü sağlamak unsurları ile de “toplumsal” anlamı, çalışmanın insan yaşamında vazgeçilmez olmasını sağlamaktadır.
Hangi yönüyle ele alınırsa alınsın, çalışmanın ya da çalışabilmenin bir ayrıcalık olduğu söylenebilir. Diğer bir ifade ile bir işe sahip olmanın bireye sağladığı avantajların önemi dikkat çekicidir. Bir işe sahip olmayan ve sahip olma arzu ve çabasında olan kişiler için çalışmanın anlamının kuşkusuz işe sahip olanlardan çok daha farklı düzeyde olduğu gözardı edilemez.
Çalışmanın anlamına bu perspektiften bakıldığında “çalışamama psikolojisi”, günümüz toplumlarında önem kazanan bir konu olarak ortaya çıkmaktadır. Kısaca bireyin bir işe sahip olmak istediği halde iş piyasalarında iş bulamadığı için yer alamaması sonucu ortaya çıkan ruh halini “çalışamama psikolojisi” olarak adlandırmak mümkündür. Bu kavramın içine iş yapabilme gücü ve kapasitesinde olan ancak iş bulamayan bireyler girebileceği gibi, bedensel ve zihinsel engeli nedeniyle çalışamayan ancak çalışmak isteyen özürlü bireylerin de girmesi söz konusu olmaktadır. Kendi arzusu ile çalışmayanlar ya da iş arama çabası göstermeyenler bu gruba dahil değildir. Dolayısıyla iş piyasasına yeni katılmak için çaba harcayan işgücü, işini kaybedip yeniden iş bulma çabası içerisinde olanlar ve çalışmak istemesine rağmen yetersizliklerinden dolayı çalışamayanlar, “çalışamama psikolojisinin mağdurları” olmaktadır.
2. İşsizlik Kaygısı
İnsanın bir işe sahip olması ve çalışması karşılığı maddi ve manevi anlamda doyum sağlaması en temel ihtiyaçlar arasında yer almaktadır. En temel ihtiyaçlarından mahrum kalan bireylerin psikolojik olarak sorunlar yaşadıkları görülmektedir. İhtiyacın karşılanmaması durumunda organizma, hayal kırıklığı ve çatışma içine girer. Engellenme sonucu gerilim, stres ve saldırgan davranışlar ortaya çıkar ve kaygı meydana gelir.
İhtiyaç -------> Engellenme -------> Gecikme -------> Hayal kırıklığı, Kaygı, Çatışma
Davranış herhangi bir engelle karşılaştığında hayal kırıklığına uğrayacak, kaygı oluşacaktır. Kaygı ve engellenme genellikle bir arada bulunur. [6] Kaygı, güdülerin tatmin edilmeme korkusundan doğar. Rahatsız edici, kaçınılmaz bir durumdur, gerilimi arttırır.

2.1. Kaygı
Nedeni kesin olarak bilinmeyen bir korku ya da tedirginlik, huzursuzluk olarak tanımlanan kaygının değişik kaynakları bulunmaktadır. Kaynaklar arasında alışılagelmiş bir desteğin ortadan kalkması, bir cezanın verilme olasılığına inanma, ortamdaki belirsizlik veya bunların bir karışımı yer alır. Yapılacak bir görev karmaşıklaştıkça kaygı başarısızlığa götürür [7] . Nitekim Spielberger’in Amerikan Üniversitelerinde yapmış olduğu araştırmalar, kaygı düzeyi yüksek üniversite öğrencilerinin derslerinde daha az başarılı olduklarını, kaygı düzeyi azaldıkça derslerdeki başarının arttığını göstermektedir. [8] <

Belirli bir ortamda kendisini güven içinde hisseden bir bireyde korku ya da kaygı olmaz. Diğer yandan aynı çevredeki bir başka kişi çevreyi tehlikeli bulabilir ve bu algılamayla ilgili heyecanları yaşayabilir. Hangi sosyal ortamın nasıl algılanacağını içinde yaşadığımız kültür bize öğretir. Bu nedenle hangi ortamda kaygı duyacağımız toplumdan topluma, kültürden kültüre değişebilir. Kaygı, daha çok geleceğe dönük, bir durumun ya da davranışın ortaya çıkaracağı sonuçla ilgilidir ve bireyin kendisini muhtemel olumsuz bir durumdan korumasına yöneliktir.

İnsanlar çatışma ve huzursuzluktan kaçınmak, kaygı, gerginlik ve engellemelerle baş edebilmek için çeşitli yollar kullanırlar. Bunlardan biri bilinçli olarak uygulanan teknikler, diğeri farkında olmadan uyguladığımız tekniklerdir. Farkında olmadığımız tekniklere savunma mekanizmaları denmektedir. Savunma mekanizmasını kullanan birey kaygı ve gerginliği azaltmak için bir teknik kullandığının farkında değildir. Bilinçli olarak kullandığımız teknikler öğrenme sonunda elde ettiğimiz davranışları içerir. Örneğin gevşeme ve meditasyon teknikleri kaygıyı azaltır. Kaygıyı denetim altında tutmakta yararlı bir diğer yaklaşım biçimi ise kaygının kaynağına gitme tekniğidir. Kaygılı olduğumuzu fark edince temel nedenini araştırarak daha sonra uygun davranışlarla kaygıyı denetim altına almak mümkün olabilir.
Kaygının biçimi, dışa vuran belirtileri ne olursa olsun, kişiliğin kaygıyı ve kaygı yaratan çevreyi algılayışı, takınılacak tutum ve yapılacak davranış bakımından önemlidir. Bu süreçte kaygı yaratan durumun önce algılanması gerekir. İster dışta bulunan bir nesneden, ister kişiliğin kendisinden kaynaklansın, kaygı yaratan bir durum karşısında kişilik değişik süreçler içinde farklı cevaplar verebilir. [9] Kaygı yaratan nesneyle bilinçli olarak başa çıkmak için duygu, bellek ve düşüncenin işlevlerinden yararlanılır.
Kaygıyı gidermenin kendisi, başa çıkılması gereken bir sorundur. Kişi, kaygı ve engellenmeler sonucu bir çok çatışmaya girebilir. Freud, kaygıyı azaltmak ya da ondan kaçmak için kişilerin bazı davranışlar sergilediğini belirtmiştir. Hayal kırıklığı ve kaygı bireyden bireye değişik tepkilerin ortaya çıkmasına yol açar. Bu tepkilerin bir kısmı yapıcı (problem çözmeye yönelik) olduğu gibi, bir kısmı savunmaya yönelik davranışlar şeklinde ortaya çıkar. [10] Bunların bir bölümü olumlu ve başarılı savunma düzeyleri olup, kişiliğin gelişmesinde ve ruh sağlığının sürdürülmesinde olumlu rol oynar. Savunma davranışları, iç engellemelerin oluşturduğu kaygıyı geçici olarak azaltır ancak sorunu ortadan kaldırmaz.

Anksiyete Nevrozu olarak da adlandırılan bu durum [11] , kaygının yaygın bir biçimde tüm davranışları kapsamasıdır. Kaygı, herkesin zaman zaman yaşadığı bir duygudur. Kaygı, genellikle korku anlamına gelen bir terimdir. Aslında kaygı ve korkuyu birbirlerinden tam olarak ayırmak kolay olmasa da kaygıyı belli bir nedene dayanmıyor gibi görünen bir tehlike duygusu; korkuyu ise belirli bir uyarana karşı yapılan bir tepki olarak ele almak mümkündür.

Kaygılı bir insanda bazı fizyolojik belirtiler, bedensel rahatsızlıklar görülebilir. Örneğin, nefes darlığı, çok terleme, yüksek tansiyon, belli bir nedeni olmayan kalp çarpıntıları, bel ağrısı, nefes alıp vermede düzensizlik, mide ağrısı, titreme, baş ağrısı, boyun kaslarında gerginlik,ishal ya da kabızlık, uykusuzluk, cilt deri hastalıkları, nefes alma güçlükleri, panik davranışlar, ani sinirlenme, sürekli yorgunluk, açlık veya tokluk hissi gibi belirtiler kaygı belirtileri olup, ileride daha kalıcı hastalıkların ortaya çıkmasında da zemin oluştururlar. Bu yapıya sahip kişilerde, endişe ve huzursuzluğun neden olduğu gerilim, kişiler arası ilişkilerde aşırı hassasiyet, kararsızlık, cesaretsizlik ve yetersizlik duyguları hakimdir.
Kaygı bir iç çatışmadan kaynaklanır. Kabul edilmeyen dürtüler bilince çıkmaya çalışırken, ego bunlara karşı savunma mekanizmalarını harekete geçirir. Eğer savunmalar başarılı olmaz ise kaygı bastırılamaz ve çeşitli nevrotik belirtiler görülmeye başlar. [12]

2.2. İşsizlik Kaygısının Nedenleri :


İşsizlik kaygısının temel nedenleri, bireyin her an işsiz kalabileceği korkusudur. Çünkü işsizliğin sadece bireyin işini kaybetmesi ya da iş sahibi olamaması gibi kısıtlı bir etkisinin olmadığı bilinmektedir.
İşsizliğin birey üzerindeki olası etkilerişunlardır;
* Birey, yaşamını idame ettirmek için gerekli olan gelirini,
* Ailesine ya da bakmakla yükümlü olduğu kişilere karşı itibarını,
* Öncelikle özgüveninin ve kendisine olan saygısını,
* Yaşamında merkezi bir role sahip olan işini, dolayısıyla çalışma arkadaşlarını ve sosyal çevresini,
* Bir iş yapıyor olmasına bağlı olarak topluma karşı var olan sorumluluk duygusunu,
* Yaşam kalitesinin en önemli unsurlarından birisi olan işini kaybetmiş olmaktadır.
İşsizlik, kişiyi umutsuzluk, çaresizlik, gibi duygulara sürüklemektedir. Hayatlarının anlamlarını kaybettikleri, kendilerine saygılarının azaldığı düşüncelerinin varlığı araştırmaların sonucunda elde edilen verilerde görülmektedir. İşsizlik kaygısının halen çalışan işgücü içinde yer almasının en temel nedenleri arasında “korkutucu sayısal işsizlik göstergeleri” olduğu söylenebilir. Gerçekten de ülkemizde sadece 2001 yılının ilk üç ayında 200 bin kişinin işsiz kaldığı, yılın ikinci üç aylık dilimini de eklediğimizde işini kaybeden kayıtlı insan sayısının 500 - 600 bini bulduğu görülmektedir. Buna kayıtsız çalışanlar da eklendiğinde sadece 2001 krizinde işsiz kalan 1 milyon kişiden söz etmek mümkündür. Özellikle kasım ve şubat krizleri sonrası en büyük darbeyi sanayi sektöründe çalışanların aldığı söylenmektedir [13]

Bankacılık sektöründe ise bu sayı 50 bin kişiyi bulmuştur. 2000 yılı başında 190 bin olan banka çalışanı sayısı 140 bine inmiştir.[14] IMF programı çerçevesinde kimi bankaların kapatılması da, çığ gibi büyüyen işsizler ordusuna yeni mağdurlar eklenmesine yol açmış, Türkbank ve Emlakbank çalışanları bu durumdan etkilenmişlerdir.

DİE'nin Mayıs ayı verileri üretimde kapasite kullanımının son 6 yılın en düşük seviyesinde gerçekleştiğini göstermektedir.

DİE 2002 yılı 1. dönem (Ocak-Şubat-Mart) itibariyle Türkiye’de 2 milyon 462 bin işsiz bulunduğu açıklanmıştır. ILO tanımları esas alınarak yapılan değerlendirmeye göre Türkiye’de istihdam edilen kişi sayısı 18 milyon 467 bin dir. Resmi rakamlara göre Türkiye’deki işsizlik oranı %11.8 olarak belirlenmiştir.[15] Bu oran 15-24 yaş arasındaki eğitimli gençlerde %25.8’e çıkmıştır.


3. İşsizlik Psikolojisi

İşsizliğin birey üzerinde yarattığı psikolojik baskı ve sıkıntıların tüm bireylerde ortak olduğu bilinmesine rağmen, yapılan araştırmalar erkeklerde kadınlara oranla çok daha derin boyutlarda psikolojik rahatsızlıklara yol açtığını göstermektedir.[16]

Erkeklerin, kendilerini evlerini geçindirmekten birinci derece sorumlu görmesi, çok daha derin psikolojik sorunlarla karşılaşmasına neden olmaktadır. Toplumda kadının ailenin gelirine katkıda bulunmak amacıyla çalışması bir ölçüde eşi çalışan bireylerin bu durumdan olumsuz etkilenmesini azaltsa bile, sonuçta hem kadın hem de erkek işsizliğinin kişinin çevresiyle yaşadığı ilişkileri olumsuz etkilemekte, kişi kendini “acz” içinde hissetmekte, kendine olan güvenini yitirmekte, kişilik özellikleri de yatkınsa suça yönelik ve saldırgan davranışlar, hatta intihar eğilimi gösterebilmektedir.

İşsiz sayısı çok olan toplumlarda yaşayanların karamsar ve gelecekle ilgili kaygıları ön plana çıkmakta ve ülkesine, devlete karşı güvenleri sarsılmaktadır. Bu durum yoğun öfke duygusu beraberinde her an patlamaya hazır bir kesimi ortaya çıkarmaktadır.

3.1. İşsizliğin Çalışan Açısından Anlamı
İşsizliğin çalışanlar üzerinde yarattığı psikolojik ve ekonomik sorunlar sadece bireyin kendisini değil iş ve aile çevresini de etkilemektedir. Bu sorunların değişik boyutlarda ortaya çıkması ve işsizliğin çalışan kişideki anlamı önemli sonuçlar yaratmaktadır. Öncelikle bireylerin yaşam standartlarının düşeceği korkusu hakim olmaktadır. Gerçekten de ekonomik krizinin ardından bir çok işletme sadece mavi yakalı değil, beyaz yakalılarını da işten çıkartmıştır. Dolayısıyla işten çıkarılan kesimin hayat standartları düşmüş, krizin ardından ücretlerin düşürülmesi de çalışanların harcamalarını kısıtlamasına neden olmuştur. Hayat standardının düşmesi bütün aile fertlerinin etkilenmesine sebep olarak, diğer fertlerini yasal olmayan yollarla para kazanmaya yöneltebilmektedir.
İşsizlerde meydana gelen korku ve kin, çalışanların psikolojik durumlarını da etkilemektedir. İşten çıkarılan kişilerin ise uzunca bir süre yeni bir iş bulamadıkları için hiç bir yerde çalışmaması da bir takım sorunları beraberinde getirmektedir. Öncelikle kişilerin çalışma alışkanlıkları kaybolmakta, işten çıkarılanlar, iş hayatının sıkıcılığına ve iş şartlarındaki disipline geri dönmekte zorlanmaktadırlar.

Verimliliğinin en önemli çağında, genç yaştakilerinişlerini kaybetmesiyle kötüleşen şartlar sonucu kişilerin zihin sağlığı da bozulmakta, genç işgücünde daha çok çevreye karşı itaatsizlik ve davranış bozuklukları görülmektedir.

İşsiz kalan birey, kendi kimliğini, sosyal konumunun ve kişiliğin gelişmesinde çok önemli rol oynayan bir faktörden yoksun kalmanın boşluğunu yaşayarak kendisine olan özsaygısını yitirebilmektedir.

İşsizlik, bireyde karamsarlık, çaresizlik, yaşama küskünlük gibi duygulara yol açmakta, bireyi pasifliğe itmekte, depresyona ortam hazırlamakta, böylece kişinin kendisine karşı saygınlığını yitirmesine neden olabilmektedir [17]


İşsizlik, ailedeki dengeleri bozan en önemli unsur olarak baş göstermekte, ailede sahip olunan belirleyici rolün dayanaklarından yoksun olma anlamına gelmektedir. İşsiz kalma, aynı zamanda işyerindeki arkadaşlardan ayrılma, böylece toplumsal rolün kaybolmasına yol açmaktadır.
İşsizler, yeni bir iş bulunup bulunamayacağı konusundaki belirsizliğin ve üzerlerinde hissettikleri toplumsal baskının da etkisiyle, kendi yaşamları üzerindeki denetimlerini kaybetmekte ve geleceği planlama güçlük çeken bir karaktere bürünebilmektedirler[18] . İşsizlik bir anlamda belirsizlik duygusunun da ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

3.2. İşsizliğin Psişik Sonuçları

Çoğunlukla sosyal tabakalaşmayla birebir ilişkili bir rekabet ortamı ve kalifiye eleman artışı, modernizmin hepimizi içine sürüklediği hız buhranında, işsizliğin ekonomik ve toplumsal bir sorun olmasının yanı sıra, kişiler için de psikolojik sorunlara sebep olduğu bir gerçektir.[19]

İş kaybının veya işsiz olmanın tek kötü yanı ekonomik kaynakların azalması değil, aynı zamanda statü, ve güç kaybı, sosyal temasın azalması, kollektif bir amacın parçası olamama duygusu, düzenli aktivitelere katılamama gibi sosyal ve psikolojik olgulardır.
Anlaşıldığı gibi işsizlik tüm yönleriyle birey üzerinde önemli psikolojik sıkıntılara neden olmakta, işsizlik baskısı, bireyde stres, depresyon vb. sorunlara yol açabilmektedir.[20] Kişilerin mevcut olan işlerini kaybetme karşısında verdikleri tepkiler genellikle şu sıralamayla ortaya çıkmaktadır[21] .

1. Reddetme veya şok
2. Eski işini özleme,
3. Kızgınlık ve inkar,
4. Depresyon ve utanç


İşsizliğin yarattığı en önemli psişik durum 'stres'dir. Kişilerde stres yaratan olaylar arasında işini kaybetme, sevilen bir kişinin kaybı ve boşanmadan hemen sonra gelmektedir. Bunun sonuçları da uykusuzluk, sinirlilik, yeme bozuklukları ve psikosomatik hastalıklardaki artışlardır.
Stres; sinirsel bir yoğunluk ve gerilim halidir. Bu yoğunluk, bir gerginlik ve huzursuzluk yaratarak kişiyi olumsuz olarak etkiler. İşsizlikle beraber stres hormonlarının faaliyetlerinde artma, gerilim, uykusuzluk ve sinirlilik durumları görülür ve psikolojik rahatsızlıklarda artış olur. Önceden işsiz kalma tecrübesi olanlar, içinde bulunduğu durumun ciddiyetini kabul etmeyenler, savunma mekanizmalarını harekete geçirenler, sosyal çevresinden destek görmeyenler ve olaylar karşısında esnek davranabilenler strese daha az maruz kalmaktadır. Eğer strese yol açan sorunlar ortadan kalkarsa kişi normal haline geri dönebilir.

Dünyadaki 6 milyar insanın istisnasız tümü bu durumu zaman zaman, bazen de sık sık yaşarlar. Bu, çağımızın bir özelliğidir. Ancak stres yaratan olaylar birikir ve kendi süreçleri içinde çözümlenemezlerse, bunlar zamanla depresyona dönüşebilirler. Biriktirilmiş veya ağır stresler, depresyonun başta gelen nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Depresyon ise; çökkün bir ruh halidir. Kişinin yaşamdan zevk almama durumudur. İşsizlik; büyük bir umutsuzluğa, çaresizliğe, yalnızlık duygusuna ve depresyon eğilimlerine yol açmaktadır. İşsizlerin duygu ve düşünceleri genellikle hayatın boş ve karanlık olduğu, yaşamanın anlamı olmadığı yönünde olmakta, mesleki kariyer ne kadar yüksek ise, işsiz kalmanın psişik yükü de o oranda artmaktadır.



Depresyona girmiş kişi halsiz ve bitkindir, çabuk yorulur ve tembelleşir. Uyku sorunları başlar, iştahsızdır ya da aşırı yer, kilo kaybeder ya da kilo alır. Nedeni belirsiz ağrıları başlar. Baygınlık geçirebilir, korku ve panik içine girebilir, kendini değersiz hisseder, içine kapanır, suçluluk duyar veya başkalarını suçlayabilir. Büyük üzüntü halleri yaşayabilir, karamsar ve ümitsiz olur, dikkatini bir noktaya toparlayamaz, unutkanlık, kararsızlık başlar. Cinsel sorunlar baş gösterebilir. Aşırı depresyona girmiş kişide intihar eğilimleri görülebilir. Bu semptomlar uzun süre devam edebilir ve kişi bir dış yardım olmadan genellikle depresyondan çıkamaz.



Psikoanalitik Ego Psikolojisi Teorisi’ne (Bibling Kuramı) göre[22] depresyonun temelinde, benlik (ego) için gerekli narsistik emellerin karşısında egonun kendi çaresizliğinin farkına varması yatar. Egonun benlik saygısını kazandıran üç narsistik emel vardır:

1. Değerli ve sevilen olmak,
2. Güçlü, üstün ve güvenli olmak,
3. İyi ve seven biri olmak.


Ego bu emellerini gerçekleştirmekteki güçsüzlüğünü hissederse, bir diğer ifade ile Hiç Olduğu duygusu oluşursa depresyona girer. Yani; klasik psikoanalitik kuramdan farklı olarak, depresyon benliğin kendi içindeki çatışmasından köken alır. Çaresiz kalmış ego, superegonun (üstbenliğin) eline düşer ve verdiği cezaları kabul eder. Saldırgan dürtülerin bireyin kendine yönelmesi -bu kurama göre- birincil değil, ikincildir. Kendine saygısı kolay kırılan, kuvvetli süper egoları olan ve kişiler arası ilişkilerde bağımlılık gösteren kişilik yapısı, olanlar depresyona daha sık girebilirler. [23]
Özellikle ülkemizde son birkaç yıldır hızlı bir artış gösteren işsizlik olgusuna bakarak işsizliğin psikolojik temelleri ve olası etkileri önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. İşsizliğin birey üzerindeki ekonomik etkilerini ortadan kaldırmak mümkün olmamakla birlikte psikolojik yönlerine yönelik çalışmalar yapılmaktadır.

4. İşsizlik Kaygısını Azaltma Önerileri
İşsizliğin önemli bir sorun olduğu bilinmekle birlikte, bireylerin bu durumdan psikolojik olara daha az etkilenmeleri ve olumsuz ruh hallerinden daha hızlı kurtulmak açısından aşağıdaki öneriler sıralanabilir;
* Kişinin kendisini tanımaya çalışması ve bu dönemde işsiz kaldığı süreyi bireysel eksikliklerini giderme süreci olarak algılaması, işsizliğin olumsuz yönlerinden bir şeyler kazanma fırsatına dönüşebilir,
* İşini kaybeden kişi için, yeni bir yaşam planı hazırlama fırsatı olabilir,
* Yaptığı işi kaybeden bir kişi için, daha az tatmin edici olsa da iş piyasasından uzak kalmayıp mutlaka kendisine yeni bir iş bulmaya çalışmalı,
* Kendisinin işe yaramadığı duygusundan uzaklaşıp derhal bir değerlendirme yapıp alternatif faaliyetler aramalı. Bu, yeni bir iş olabileceği gibi, eğer kendisine güveniyorsa kendi işini kurması şeklinde de olabilir.
* İşsizlik nedeniyle içe kapanmayıp, mümkün olduğunca sosyal ortam ya da organizasyonlarda yer almaya çalışmalı ve
* İşini kaybeden kişi olarak kendisini kısıtlamaktan uzak durmalıdır.
Yukarıda sayılan önerilerin, işsizliğin ekonomik temelli sorunlarına çözüm olmayacağı bilinmektedir, ancak bir o kadar önemli olan psikolojik boyutunun zararlarını hafifletmek amacına hizmet edebilir.
Ağır geçirilen iş kaybı vakalarında uzmanların kişilere genel tavsiyesi karamsarlıktan uzaklaşıp, ümidini kaybetmeden yeni bir kariyer üzerine yoğunlaşmalarıdır. Ayrıca genel kanı işten ayrılanların düzenli yemek yemeğe ve uyumaya devam etmeleri yönündedir. Yemek ve uyku düzenindeki değişiklikler kişinin psikolojik durumu üzerinde oldukça derin etkiler yaratabilir. Özellikle uzun süredir çalışan kişiler işlerini bıraktıkları zaman kendilerini boşlukta hissetmektedirler. İşe yaramadıkları ve değersiz oldukları hissine kapılabilmektedirler.
Bu süreci atlatmak için gerekli olan en önemli şey, insanın kendini benzeri düşünce ve duygu bozukluklarından uzak tutmalarıdır. Bunun en iyi yollarından biri de günlük hayatlarını belli ve iş hayatındakine benzer bir düzen içinde sürdürmeleridir. Eğer yeni bir iş arayışındaysalar, bu işi düzeli ve profesyonel bir şekilde yürütmelidirler. Eğer bir süre iş arayışında bulunmayacaklarsa; kendilerine düzenli bir şekilde yapabilecekleri aktiviteler, hobiler bulmalarında, severek yaptıkları işleri belli bir sistem içinde yapmalarında fayda vardır. Kendilerine bir amaç veya amaçlar belirlerler ise; kısa vadede gerçekleştirebilecekleri amaçlar sayesinde kendilerini boşluğa düşmekten kurtaracaklardır.

Aksi takdirde kişinin içine girdiği bu kötü ruh hali ile yaptığı yanlış davranışlar olumsuz duygulara yol açarken, bu kısır döngü gittikçe artacaktır. Kendine güvenini kaybeden kişi, iş arayışında giderek daha fazla yanlış yapmaya başlayacak, iş görüşmelerinde yanlış davranışlar sergilemeye ve bu sebeplerle de kabul edileceği yerde reddedilmeye devam edilecektir.

İş hayatının insanlar üzerindeki en büyük etkilerinden biri de sosyal ortamdır. İnsanların en az haftanın beş günü, günde sekiz saat çalıştıkları ortamdan kopmaları iş arkadaşlarından uzaklaşmaları sosyal çevrelerinin de yok olması anlamına gelebilmektedir. Sosyal çevreyle ilişkilerinin bozulması da yine yalnızlık, yoksunluk gibi kişide negatif duygulara yol açar. Bu nedenle de, işlerini kaybedenlerin çevrelerindeki diğer sosyal gruplardan aldıkları destek çok önemlidir. Aile, arkadaş ve yakın çevrenin desteğini hissetmek, işini kaybeden insanlar üzerinde her zamankinden daha olumlu etki bırakmaktadır. Bu noktada genel eğilim olarak işsiz kalan bireylerin kendilerini sosyal çevrelerinden ve toplumdan gizleme ve saklanma davranışından uzaklaşmaları yararlı olacaktır. Bu noktada özellikle ailede ve arkadaşları arasında karşılaştıkları davranışlar psikolojik durumlarını birebir etkilemektedir.

Sonuç

İşsizlik psikolojisinden uzak kalmak ve kaygıyı azaltmak için öncelikle kişilerin 'İşsizlik’ durumunun geçici olduğunu unutmamaları gerekmektedir. Umutsuzluğa düşmek, istenmeyen durumun içine saplanmaktan başka bir işe yaramaz. Başka bir iş bulabileceğine olan inanç, bireyin daha önceki deneyimlerine dayanarak öne çıkaracağı güçlü taraflar ve gösterdiği çabanın sonuçsuz kalmayacağı açıktır. Diğer yandan işsizlik psikolojisinden toplum olarak uzaklaşmak için öncelikle Türkiye’de yatırımların artması, yeni iş imkanlarının doğması gerektiği, böylece iş alanlarının çoğalması beraberinde istihdam imkanının arttırılması, insanların işsizlik konusunda gelecek kaygılarını, işsiz kalma korkuların ortadan kaldıracaktır. Yeni iş imkanları yaratılmadan, yatırım olmadan bu durumun ortadan kalkması mümkün değildir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ders,plan,proje,performans,ödev