Faydalı Bağlantılar

İzleyiciler

27 Temmuz 2010 Salı

Antik Çağ : Klasik Arkeoloji

Klasik Arkeoloji daha çok Antik Çağ diye adlandırılan Yunan ve Roma uygarlıklarını kapsayan bir dönemi içerir. Dar anlamıyla yaklaşık olarak M.Ö. 6. yüzyıl ile M.S. 3 yüzyıl arasındaki zaman dilimi ile ilgili olsa da geniş anlamıyla M.Ö. üçüncü binyıla kadar uzanan Girit, Yunan Anakarası ve Anadolu’nun batı ve güney kıyılarını içeren kültürlerin gelişimini inceler. Ege Denizi ve Ülkeleri: Ege bölgesi, Ege deniziyle çevrilen veya sınırlanan adalarla Asya ve Avrupa kıtaları kıyılarını, yani Yunanistan, Makedonya ve Trakya'nın doğu, Anadolu'nun ise batı ve güneybatı kıyılarını içine alan bölgedir. Ege kıyılarının çok girintili çıkıntılı olması, iyi korunmuş sayısız liman ve koylara sahip bulunması, denize doğru uzanan sıra dağlar arasında verimli vadilerin yeralması, iki kıta arasında jeolojik bir çöküntünün kalıntıları olan çeşitli büyüklükte birçok adaların bulunması, böylece Ege denizinde kara görmeyen hemen hemen hiçbir nokta bulunmaması deniz ulaşımını, dolayısıyla Asya ile Avrupa arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkileri kolaylaştırmada başlıca etken olmuştur. Yunanistan: Yunanistan son derece engebeli bir ülkedir. Ülkenin içi ekser hallerde kuzeyden güneye inen, yalnız orta Yunanistan'da kısmen doğuya kıvrılan ve Ege adaları üzerinden Anadolu yönünde uzanan yüksek dağlarla kaplıdır. Bu suretle bazan 2500 m.'yi bulan yükseklikteki alanlar ayrılmış, bunların aralarında ise geçilmesi güç geçitler sayesinde birbirine bağlanan ince uzun vadiler meydana gelmektedir. İşte bu nedenle Yunanistan dağlar arasına sıkışmış türlü büyüklükte kantonlara sahip olmuştur. Yalnız bazı büyük vadiler ve düzlükler kuzeyde Makedonya ve Teselya'da Orta Yunanistan'da Boiotya ve Attika, Peleponnes'te ise Argolis, Lakonya ve Mesenya'da olduğu gibi oldukça büyük devletlerin meydana gelmesini mümkün kılmıştır. Yunanistan'nın coğrafya bakımından bu parçalanmış durumu bu ülkenin siyasal bakımdan da irili ufaklı devletelere bölünmesinde başlıca etken olmuştur.
Anadolu'nun Batı Kıyıları: Yunanistan'dakiler kadar olmamakla beraber, yine bir hayli iyi korunmuş koy ve limanlara sahip Batı Anadolu kıyılarında da sıradağlar birbirine paralel olarak sahilden içerlere doğru uzanmakta ve aralarında Kaikos (Bakırçay), Hermos (Gediz), Kaistros (Küçük Menderes) ve Maiandros (Büyük Menderes) gibi büyük ırmaklar tarafından sulanan ve kıyılara kadar uzanan geniş ve verimli vadileri kapsamaktadır. Bu coğrafi durum bir taraftan çeşitli vadilerde kurulan şehirlerin iç bölgelerle kültürel ve ekonomik ilişkilerde bulunmalarını kolaylaştırmıştır. Fakat, bu kıyıların gerisinde güçlü bir devlet kurulunca bu devlet daima vadiler yoluyla denize ulaşmak çarelerini aramış, bundan ötürü bu vadilerdeki şehirlerin bağımsızlığı için büyük bir tehlike olmuştur. Ege Adaları: Asya ile Avrupa kıyıları arasında yer alan adaların en önemlisi Girit'tir. Ege bölgesinin güney sınırında bulunan ve yaklaşık olarak 250 km. uzunluğunda ortalama 50 km. genişliğinde olan bu ada, arada köprü görevi gören birtakım adalar sayesinde, bir taraftan Peleponnes'e, diğer taraftan Anadolu'nun batı ve güneybatı ve Afrika'nın kuzey kıyılarına bağlı bulunuyordu. Girit bütün bu ülkelere bunların kültür etkileri altında kalabilecek kadar yakın, fakat bunlardan gelecek düşman akınlarını önleyebilecek kadar uzaktı. Aynı zamanda pek engebeli araziye sahip olmakla ve batı-doğu yönünde uzanan sıradağlar tarafından biri kuzeyde, diğeri güneyde olmak üzere iki büyük bölüme ayrılmış bulunmakla beraber, yoğun bir nüfus besleyebilecek ve başlı başına bir uygarlık yaratabilecek kadar büyüktü. İşte eski çağlarda "mutluluklar adası" olarak gösterilen Girit'in Akdeniz'de aldığı bu önemli yer adanın bir taraftan doğu, diğer taraftan batı etkileri altında kalmasına ve hayran olacak derecede yüksek ve orijinal bir uygarlık ortaya koymasına yolaçmıştır. Ege adalarından birinci gruba giren adalar arasında Delos, ikinci gruba girenler arasında ise obsidien taşı kapsayan Melos, içinde mermer ocakları bulunan Paros ve Naksos veya altın madenleri ile ün kazanmış Sifnos gösterilebilir.
En Eski Çağlardan Üçüncü Binyıl Sonuna Kadar Ege Dünyası Girit Girit adası elverişli coğrafi durumundan ötürü Yunan mitolojisinde derin yankılar bırakmış olan canlı ve hareketli bir kültür hayatı yaşamıştır. Girit'in Yunanlılar çağındaki önemiyle hiç de orantılı olmayan bu mitos bolluğu ve çeşitliliği mitosların nitelikleri ve bunlarda görülen Yunanlı olmayan adlar bakımından, daha çok Anadolu'ya yönelmiş eski bir uygarlığa işaret eder niteliktedir. Yapılan arkeolojik incelemeler bütün Ege bölgesinde olduğu gibi Girit'te de paleoletik çağa ait eserlerin fazla bulunmadığını buna karşılık oldukça ilerlemiş bir neolitik kültürü bulunduğunu açığa çıkarmıştır. Taş temeller üzerinde kerpiç duvarlı, çeşitli büyüklükte mekanlardan meydana gelen dört köşeli bir ev, Knossos'ta sarayın altında bulunmuştur. Ev kalıntıları arasında elde edilen değirmen taşları, bu insanların yalnız balıkçılık ve avcılıkla değil tarımla da uğraşmış olduklarını da göstermektedir. Silahlar ve çeşitli araçların yapılmasında taş, kemik ve Melos adasında getirilen obsidien taşı kullanılmakta, bütün bu taş eserler özenle işlenmekte ve perdahlanmaktadır. Bu dönem Girit keramikleri siyah, gri ya da toprak renginde, iyi temizlenmemiş bir kilden yapılmış oldukça kaba kaplardan ibarettir. Geç neolitik dönemde ise koyu bir zemin üzerine kırmızı boya ile yapılmış bezekleri kapsayan boyalı vazolar ortaya çıkmıştır. Bu vazoların yanında yine kilden yapılmış büyük bir kısmı kadın şeklinde olan idollere de rastlanmıştır. Bu tarımsal kültür, idolleri ve seramikleri ile bağlar göstermekte, (en çok Hacılar ve Çatalhöyükle) ve esas itibari ile dördüncü binyıla ait olduğu anlaşılan neolitik çağda Girit adasında Anadolu'lu ya da bunlarla yakın akraba insanların yaşamış olduğuna işaret etmektedir. Girit'te İ.Ö. 3000/2800 ile 2000 arasında taş döneminden maden dönemine girilmeye başlanmıştır. Bu zamanda adanın ençok orta ve doğu kısımlarının nüfusu yoğundur. Bu çağ insanları Mesera ovasında bulunan 12'den fazla yerleşme yerlerindeki evlerin yanında mezar yapılarına da önem vermeye başlamışlardır. Neolitik geleneği sürdüren, siyah, gri ya da toprak rengi ilkel kapların yanında çömlekçi çarkının kullanılması sayesinde düzenli şekiller alan vazolar yapılmaya başlanmıştır. Bu dönemde beyaz, krem ya da açık sarı bir zemin üzerine parlak kırmızı bir boya ile yapılmış geometrik kaplar alevli ateşte pişirilerek kullanılmıştır. Bu devirde şehirlerin başında krallar ya da beylerin bulunduğu ve bazı sınıfların meydana çıktığı görülmektedir. Üçüncü binyılda adada esas itibari ile barış ve sükun ortamı sürmüş olacak ki yerleşme yerlerinin çevresinde hiç bir tahkimat izine rastlanmamıştır. Yunanistan Ege Adaları ve Anadolu Yunanistan'da üçüncü binyılın sonuna kadar neolitik kültürü korunmasına karşılık üçüncü binyılın ilk yarısında taş döneminden çıkarak bakır dönemine girilmektedir. Bu kültür çevresi içinde bulunan yerleşme yerleri daha henüz köy niteliğinden kurtulmamış olup dörtgen şeklinde evler görülmektedir.
Truva bölgesi seramikleri ile olan benzerlik maden kültürünü Yunanistan'a getiren insanların Anadolu'lu olduklarına işaret etmektedir. Üçüncü binyılda Anadolu'dan Yunanistan'a birtakım göçler olduğunu filolojik delillerle takip edebiliriz. Yunanistan'da bulunan (ss), (tt), ya da (nt)'li yer adlarının Yunan dili ile açıklanamadığı bunların Anadolu'nun batı, güneybatı bölgelerindeki (s), (ss) ve (nd)'li yer adlarına karşılık olduğu sanılmaktadır. Bu yer adlarına örnek olarak Yunanistan'da Korintos (şehir), Koskintos (dağ), Samintos (yer), Parnasos (dağ) Anadolu'da Mikalessos, Halikarnassos, Aspendos, Alinda gibi adlar gösterilebilir. Bunlardan başka Larisa gibi (lar-), Pergamon gibi (amo-), Mylasa gibi (asa-) ve Samos gibi (sam-) köklerini kapsayan birçok yer adlarının yanında Yunan dilindeki kültür hayatı ile ilgili birçok sözcüklerde de bu benzerlik görülmüştür. Yunanlılardan önce Ege bölgesinde bir takım yabancı kavimlerin oturdukları bilinse de Pelasg, Leleg ya da Kar olarak adlandırılan bu kavimler hakkında somut bilgiler bulunmamaktadır. Yunan tarih geleneğine göre Lelegler Anadolu'da Truva bölgesinde, Ege adalarında, orta Yunanistan ve Peloponnes'in bazı yerlerinde oturmuşlar, Pelasglar ise Yunanistan'da geniş bir alana yayılmışlardır; o kadar ki bir zamanlar tüm Yunan ülkesi Pelasgiye olarak gösterilmiştir. İlk zamanlar Tesalya'da oturmuş, Peneios vadisine Pelasg Argos'u vermiş oldukları anlaşılan Pelasglar sonraları Yunanistan'ın Yunanlılardan önceki halkı olarak kabul olunmuşlardır. Homeros destanlarından İlyada'da Yunancadan ayrı bir dil konuşanlar olarak gösterilen Karlar Yunan tarihçisi Herodotos'a göre Girit kralı Minos zamanında egemendiler; bunlar ancak sonraları bu yerlerden Yunanlılar tarafından çıkarılmışlardır. Şu halde üçüncü binyılda bütün Ege bölgesine yayılmış olan ve aralarında ve bir takım farklar göstermekle beraber esas itibari ile Karlar tarafından temsil olunan kavimlerin Lidyalılar ve Likyalılar ile birlikte Boğazköy Hitit metinlerindeki Luvilerle ilgili olmaları muhtemel "batı Anadolu kavimleri" grubuna girdikleri söylenebilir. Anadolu'da üçüncü binyılda şehir olma eğilimi gösteren en önemli yer tahkimli şatoların da bulunduğu Truva'dır. Burada sözü edilen İ.Ö. 3000/2800 ile 2400 arasında yer alan bakır dönemine ait Truva I ve 2400'den 2200'e kadar gelen tunç dönemi Truva II'dir. Alçak bir tepe üzerinde kurulmuş olan Truva I etrafı tarla taşlarından yapılmış bir surla çevrili küçük bir şatoydu. Seramikler burada iyi temizlenmemiş bir kilden yapılmış ve iyi pişirilmemiş siyah ya da toprak rengi nadiren kırmızı perdahlı dış yüzeyleri düz çizgilerden meydan gelen seramiklerdir. Buradaki kapların bazıları bakırdandır. Obsidienin geniş ölçüde kullanılmış olması Melos adası ile ticaret ilişkilerine işaret eder. Evlerden elde edilen araçlar ve kemik kalıntılarından Truva I insanlarının tarım, hayvancılık ve balıkçılıkla geçindiklerini anlamaktayız.
Truva I'in üzerinde kısa bir aralıktan sonra yapıldığı anlaşılan Truva II yer alır. Üç dönemde güneye doğru genişletilmiş olan, kapılar ve kuleleri kapsayan, ortasında arka arkaya sıralanmış giriş mekanı ve bir ya da daha çok odadan ibaret megaronlardan meydana gelen bir hükümdar sarayının bulunduğu Truva II kuvvetli bir surla çevrilidir. Truva II'nin maden zenginliğine megaronlar içinde ya da arasında bulunan gömüler işaret etmekdedir. Bunların en ünlüsü olan "Priamos gömüsü" 3 diadem, 60 küpe, 6 bilezik, 15 altın ve gümüş vazo, 8700 boncuk, yüzük ve silindirik boruyu kapsıyordu. Lapislazuli ve çeşitli taşlardan yapılmış olan boncuklar ve süsler Truva II'nin çeşitli doğu ülkeleri ve ençok Mısır ve Mezopotamya ile ticarette bulunduğunu ispatlamaktadır. Siyah vazoların yanında kırmızı vazolar da tekniğin geliştiğini göstermektedir. Taş ya da toprak idoller, ağırşaklar, silindir mühürlerde bulunmaktadır. Truva III şehri başka bir plana göre kurulmuş bulunmakta, Truva IV zamanında ise bu şehir yeni bir surla çevrilmektedir. Truva V gerçek tunçtan yapılmış kapları ve gelişmiş seramikleri ile dikkat çekmektedir. İkinci Bin Yılda Ege Bölgesi Girit İ.Ö. 17. ve ençok 16. yüzyıllar Girit'in her bakımdan en parlak dönemidir. Tüm sanat ve fikir hayatının merkezi olduğu anlaşılan saraylar son şekillerini almakta, çeşitli dairelerin daha sonra organik bir bütün halinde avlunun etrafını çevirdiği görülmektedir. Batı tarafında zemini taş döşeli bir meydan, doğu kısmında dört katlı binalar, sarayın başka kısımlarında da özel oturma daireleri, tahıl şarap ve zeytinyağ depoları, atölyeler koridor ve iç avlularla birleştirilmiştir. Dini fresklerle kaplı duvarlarla en canalıcı sanat eserleridir. İlk zamanlar bir resim yazısı olan Girit yazısı İ.Ö. 16. yüzyıldan itibaren fonetik bir yazı (hece yazısı-A yazısı) haline gelmiştir. Ençok saraylarda kullanıldığı anlaşılan bu yazıyı okumak henüz mümkün olmamakla birlikte Anadolu dilleriyle akraba olduğu ve Girit B yazısı ile yazılı metinler gibi idari ve ekonomik nitelikte olduğu ileri sürülmektedir. Yunanistan'daki yazılı belgelerin Girit'tekilerden iki yüzyıl daha geç olduğu görülmektedir. Girit'lilerde Yunalıların tersine tanrı heykelleri bulunmaması başlı başına bir tapınak mimarlığının ortaya çıkmasına engel omuştur.Girit dininde tanrıçaların ön safta yer almalarına uygun olarak din törenlerinde kadınlar büyük rol oynamaktadırlar. Törenler esnasında müzikle danslar yapılmakta tanrılara çeşitli hayvanlar kurban edilmekte, çiçekler meyvalar içkiler ve çeşitli eşyalar sunulmaktadır. Tapınmada rol oynayan kutsal gereçler ve kült sembolleri arasında çift yüzlü baltalar önemli bir yer tutmaktadır. Bakırdan, tunçtan, hatta altından yapılmış baltalara mağaralarda ya da büyük evlerde rastlanmıştır. Balta resimlerini freskler, vazolar ve mühürlerden başka sarayların duvarları üzerinde de görülmektedir. Anadolu'nun tersine belirli bir tanrı ile ilgili olmayan bu baltalar törenlerde sığırları kurban etmek için kullanılmaktadır. Hatta bu çift yüzlü baltalar Karya'da olduğu gibi Girit'te de "labris" adını taşımış, bundan ötürü Yunan mitosunda Knossos sarayında bulunduğu bildirilen "labrintos"la bu baltaların saklandığı yerin kastedilmiş olduğu sanılmaktadır.
Hellen Uygarlığı Hellenlerin ataları olan Akalar M.Ö. 1600-1200 yıllarında bugün Myken adını verilen uygarlığı yaratarak Yunan yarımadasında, Orta ve Doğu Akdeniz çevrelerinde yoğun ticaret ve kültürel etkinlik göstermişlerdir. Bu sayede Mezopotamya uygarlıklarıyla koloniler aracılığıyla komşu olup uygarlıklarının etkisini oralara ulaştırmışlardır. Ege göçleri yüzünden son bulan bu uygarlığın ardından Hellenler 400 yıl boyunca ilkel bir yaşam sürmüşlerdir. Bu dönemde yaşayan belli başlı toplumlardan Dorlar Rodos ve Batı Anadolu’nun güneyinde, İonlar Sakız, Sisam ve Batı Anadolu’nun ortalarında, Aioller Midilli ve Batı Anadolu’nun kuzeyinde yerleşmişlerdir. İlk koloniler M.Ö. 1050-1000 yılları arasında kurulmuştur. Eski İon Evresi: (M.Ö. 1050-750) Tarım, balıkçılık ve şarap üretimi gibi ekonomik etkinliklerin olduğu bu dönemde henüz uluslararası ticaret gelişmemiştir. Evlerin tek odadan oluşması ve seramik ürünlerde hala Attika geleneğinin egemen olması önemli özelliklerdendir. Homeros Dönemi: (M.Ö.750-700) Sisam, Miletos, Ephesos, Erythrai, Smyrna gibi kentlerin önem kazandığı dönemdir. Batı kültürünün ilk edebi eseri olan İlyada bu döneme aittir. Mimaride ilerlemeler sağlanmıştır. Yazı bilinmesine karşın İonya’da pek yaygın değildi.
Durgunluk Dönemi: (M.Ö. 700-650) Anadolu 7. yy başlarında Kimmerlerin saldırısına uğramıştır. Bu zamanda ayrıca Frigler ve Lidya Krallığı da İonyalıların gelişmesini engellemişlerdir. Döneme adını veren durgunluğun sebebi de işte bu baskıdır. Erken Arkaik Dönem: (M.Ö. 650-600) İon uygarlığının ilk parlak dönemi olarak sanat alanında Oryantalizan Sanatın ortaya çıkış zamanıdır. En önemli atılımı Miletos’un önderliğinde Mısır’da, Doğu Akdeniz’de ve Karadeniz’de kurulan koloniler oluşturmuştur. Eski İzmir’de, Erythrai’de günışığına çıkarılan Athena tapınaklarının en parlak yapıları bu evrenin sonunda inşa edilmişlerdir. Ayrıca, İzmirli Mimnermos, Ephesoslu Kallinos, Sardesli Alkman, Lesboslu Sappho ve Alkaios gibi büyük ozanlar bu dönemde yaşamışlardır. İyon Uygarlığının Altın Çağı: (M.Ö. 600-545) Erken Arkaik dönemde başlayan atılımlar Batı Anadolu’yu bütün dünyanın o dönemdeki en ileri bölgesi haline getirmiştir. M.Ö. 3000 yıllarından beri Mısırlıların ve Mezopotamyalıların ellerinde bulunan dünya kültür liderliği bu dönemde Batı Anadolu’ya geçmiştir. Doğa filozofları dinsel inanışlardan sıyrılmış olarak doğa olaylarının oluş nedenlerini özgür bir düşünce yöntemi ile ele almış ve bugünkü batı uygarlığının temellerini atmışlardır. Karyalı Thales, Miletoslu Anaksimandros ve Anaksimenes, Sisamlı Pythagoras, Kolophonlu Xenophanes, Ephesoslu Herakleitos, Koslu Hippokrates bu dönemin filozofları arasındadır. Batı Anadolu İon kentleri Perslerin eline geçince heykeltraşlar, ressamlar ve filozoflar Atina’ya ve İtalya’ya göçederler. Bu andan itibaren İyonya’da başlayan özgür düşünce atılımı Yunanistan ve İtalya’da devam eder.
Pers Egemenliği Dönemi: (M.Ö. 545-333) Anadolu Pers Kralı Cyrus’un M.Ö. 546 tarihinde Lidya Krallığını yıkması ile Büyük İskender’in M.Ö. 333 tarihinde İskederun yakınlarındaki İssos’ta Dara’yı yenmesi arasında kalan ikiyüzyılı aşkın bir süre içinde Pers egemenliğine sahne olmuştur. Bu dönemde yerli beylikler (satraplar) tarafından yönetilen Anadolu’da ilginç bir Greko-Pers stili geliştirilmiştir. Başlıca kültür odakları arasında Manyas Gölü kenarındaki Daskyleion ile Lidya’da ve Karya’da gelişen satraplıkları bulunur. Pers egemenliği sırasında Likya’da Xanthos’da ve Lymira’da gelişen yüksek nitelikteki mimarlık ve heykeltraşlık örnekleri özünde Hellenistik nitelikler bulunan eserlerdir. Anadolu’daki Geç Arkaik Hellen sanatı Pers egemenliği altında olduğu halde özgünlüğünü koruyabilmiştir. Hellenistik Çağ: (M.Ö. 300-30) İskender’in Hellespontus’u (Çanakkale Boğazı) geçtiği M.Ö. 334 yılı, Hellen uygarlığı ve bütün dünya için büyük önem taşıyan yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Roma İmparatoru Augustus (M.Ö. 27) ile son bulan bu tarihi dönemde Hellen uygarlığı Asya ve Afrika’ya değin yayılmış, Doğu ve Batı arasında bir kültür etkileşimi yaratılmıştır. Doğu ruhunun Hellen uygarlığı ile kaynaşmasından, dış görünümü ile Hellenli, ancak özüyle Doğulu bir dünya görüşü ortaya çıkmıştır. İskender’e Mısır’da Tanrı Amon’un oğlu olarak tapılmıştır. Hellenistik dönem boyunca Anadolu iki değişik yönetime sahne olmuştur. Aiolya’da ve İonya’da egemen olan Bergama Kralları (M.Ö. 283-133) ve Bithynia Kralları da (M.Ö. 327-74) gerçek Hellen uygarlığının temsilcileri ve koruyucuları olmuşlardır. Buna karşılık Pontus Kralları (M.Ö. 302-36), doğulu içerik taşıyan kültür politikasını yürütmüşlerdir. Kommagene Kralları da bu ikinci tipin temsilcileridirler. Hellen dünyası, Hellenistik dönem boyunca bir ekonomik atılım içinde olmuşlar, Doğu dünyası ile ilişkiler sayesinde İskenderiye, Rodos, Bergama ve Ephesos gibi başkentlerin önderliğinde canlı bir ticaret geliştirmişlerdir. Zengin kütüphanesi ile Bergama bu dönemin büyük bilim ve eğitim merkezi olmuştur. Roma Çağı (M.Ö. 30 - M.S. 395) M.S. 1. ve 2. yüzyıllarda Anadolu kentleri o dönem uygarlıklarının en zengin ve en önemli sanat merkezleri arasındaydı. Roma Çağında da Anadolu-Hellen geleneği kısmen kesintisiz olarak devam etmiştir.
M.Ö. 59 yılında Roma Konsülü olan ve 44 yılında öldürülen Julius Caesar ile başlayan bu periyot imparatorluk niteliğini daha sonraki imparatorlardan Augustus, Tiberius, Calligula ve Claudius ile kazanmıştır. Temelleri İtalya’da Etrüsk kültürüne dayanan Romalılar tarihsel çıkışlarını daha çok savaşçı karakterleriyle bütünleştirerek bir Akdeniz Uygarlığı’na ulaşmışlardır. Uygarlık olarak Anadolu’da Romalıların gelişiyle orijinal Anadolu mimarisi yaşarken yeni yapı teknikleri ve mühendislik yöntemeleriyle Roma karakteri de etkisini gösterir. Bu dönemde Anadolu kentleri, özellikle Bergama ve Ephesos, yeni bir kimlik kazanmış, sadece Batı Anadolu kıyıları değil tüm Anadolu bu zaman içinde yollar ve tapınaklarla donatılmıştır. Antik Yunan Kenti Batı Anadolu ve Yunanistan’ın genellikle dağlık oluşu sebebiyle buralarda yaşayan halklar kendi kapalı çevreleri içinde küçük devletler kurmuşlar ve ancak sonraları siyasi birlikler oluşturabilmişlerdir. Başta kurulan bu küçük devletler çevresindeki bir şehir (polis) ve çevresinde yeralan köylerden oluşurlardı. Bunda özellikle Klasik Yunan uygarlığının geliştiği alanların dağlar ve vadilerle birbirinden izole edilmiş bölümlerden meydana gelen coğrafi niteliği etkendir. Klasik dönemin başlangıcındaki iki önemli kültürden Minos’ta (Girit) şehirde pahalı, lüks saraylar ve evler yeralmıştır. Diğer kültür olan Miken’de bir tepe üzerinde surlarla çevrili kaleler ya da şatolar polisin merkezi olmuştur. En baştan beri hakim olan bu iki yaklaşım sonraları kurulmuş kentlerde de kendini göstermiş ve kentin merkezinin agora mı yoksa akropol mu olduğu hep sorulan soru olmuştur. Açıktır ki, ilki ticaretin geçerli olduğu ve halkın egemen olduğu bir toplumun, diğeri ise bir derebeyinin egemenliğini ve savaşçılığı önplana alan bir toplumun ürünüdür. Antik Yunan kentinde belli başlı yapılar vardır. Bu yapılar toplumun yaşantısı için vazgeçilemez öğeler oldukları için hemen her kentte vardır. Ayrıca Klasik dönemin temel mantığı olan herşeyi standartlaştırma ve ideal güzele ulaşma çabası yüzünden bu yapılar genellikle birbirlerine benzeşir. Agora: Halka açık, ticari, resmi, adli ve dini işlerin yapıldığı, içinde stoaların ve dükkanların yanısıra tapınak ve sunakların da yeraldığı pazar yeri. Akropolis: Genelde sarp bir tepeye kurulan şehrin savunmasında önem taşıyan iç kale. Akropolde saraylar, savunma amaçlı yapılar ve tapınaklar yeralmıştır. Stoa: En çok agoralarda bulunmakla birlikte, kimi tiyatro, tapınak ve gymnasiumlarda da yeralan, halkın güneşten ve yağmurdan korunarak dinlenebileceği bir yapıdır. Genelde uzunlamasına yapılmış bir duvar, buna paralel bir veya birkaç sütun dizisi ve bunları örten bir çatıdan oluşur. Bouleuterion: Antik Yunan’da kent meclisinin toplantılarının yapıldığı kapalı binadır. Agoranın demokrasi olan ilişkisinin sonucu olarak kent meclisinin toplantı yapısı da çoğunlukla agoraya yakındır.
Bouleuterion Ocak Tanrıçası Hestia’nın sunağını da içerir. Gymnasium: Antik Yunan’da gençlerin bedensel ve toplumsal eğitim aldıkları, çoğunlukla spor yapılan bina. Bir poliste agora kadar önemli bir etkendir. Gymnasium içinde yeralan palaestra spor çalışmalarının yapıldığı bölümdür. Stadium: Açık havada yapılacak spor karşılaşmaları için kullanılan, çevresinde seyirciler için oturma basamakları bulunan oval şekilli yapıdır. Tapınak: Yunan theogonisinde çok fazla sayıda tanrı olması ve daha önemlisi her kentin bir koruyucu tanrısının bulunmasının doğal bir sonucu olarak Yunan kentinde çok sayıda ve görkemli tapınaklar bulunur. Seramik Klasik dönemin en tipik özelliklerinden birisi de seramik kaplara ve bunların süslemelerine tüm diğer kültürlerde olduğundan daha fazla değer verilmesidir. Güzel bir kap Yunan insanı için gündelik bir eşyadan öte bir sanat eseridir. Seramik kapların belli başlı dört kullanım alanı vardır: 1. Çeşitli katı ve sıvı maddeleri (yağ, su, şarap, tahıl, v.b.) depolamak ve taşımak için kullanılan ve genellikle büyük boylu kaplar (amphora, hydria, pelike, stamnos gibi) 2. İçki içilirken kullanılan ve boyutları ihtiyaca göre küçük ya da büyük olabilen kaplar (Krater, oinochoe, kylix, skyphos, lebes, kantharos, psykter gibi) 3. Çeşitli kişisel eşyaları (ör: takılar) veya kokulu yağları koymak için kullanılan ve genellikle ufak ve kapaklı olan kaplar (leukythos, alabastron, aryballos, askos, pyxis gibi) 4. Birtakım özel törenlerde kullanılan kaplar (Loutrophoros, leukythos ve lebes gamikos gibi) Kapları bunca değerli kılan en büyük etken de şüphesiz üzerlerindeki bezemelerdir. Tahta, kumaş, deri benzeri malzemeler üzerine yapılan resimler günümüze ulaşamamıştır ve bugün Yunan resim sanatı hakkında sahip olunan bilginin çoğu kapların süslemelerinden edinilenlerdir. Genellikle mitolojik sahnelerin işlendiği bu süslemeler Yunan mitolojisi, resim sanatı ve günlük yaşamı konusunda da detaylı bilgiler vermektedir. Öyle ki, arkeologlar Klasik Arkeoloji dönemlerinden bazılarını bu süslemelere göre yapmışlardır (ör: Protogeometrik, geometrik, orientalizan gibi). Bu dönemlerdeki süslemeler önce basit çizgiler, ardından basit geometrik süslemeler, sonra çok daha özen ve emekle hazırlanmış geometrik bezemeler ve çoğu zaman da stilize olmaktan öteye gidemeyen insan ve hayvan resimleri içerirler. Daha sonraları ise M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda ortaya çıkıp yaygınlaşan iki teknik Klasik Dönem boyunca en etkin bezeme teknikleri olmuştur. Bunlardan ilki Siyah Figür Tekniği’dir. Bu teknikte resim açık kırmızı kil yüzeyi üzerine siyah gölge olarak yapılmış ve detaylar kazıma çizgileri ile sağlanmıştır. Doğal olarak bu kazıma süslemeye sert bir hava katmaktadır. Yardımcı renkler olarak koyu kırmızı ve beyaz da kullanılmıştır.
Siyah figür tekniğinden en çok yüz yıl sonra bulunan Kırmızı Figür Tekniği ise resmedilecek figürlerin kilin renginde bırakılması ve figürlerin dışındaki alanın siyah boyanması esasına dayanır. Ardından, detaylar kırmızı figürün içine siyah fırça ile boyanmaktadır. Bu şekilde sert kazıma izlerinin yerini daha yumuşak, üstelik derinlik ve üçüncü boyut hissi veren çizgilere bırakmıştır. Ayrıca, bu teknik vişne kırmızısı, beyaz, altın sarısı gibi değişik renklerin kullanılmasına da izin vermiştir. Heykel Klasik dönemin heykel sanatını incelemenin en zor yönlerinden biri ele geçen heykellerin sayısının az olmasıdır. Genellikle değerli malzeme ile yapılan bu heykeller sonraki dönemlerde malzemeleri için tahrip edilmişlerdir. Bu durumda bilimadamları ancak heykellerin sonradan yapılmış mermer kopyalarına bakarak heykel sanatı hakkında fikir edinmek zorunda kalmışlardır. Heykel sanatının bu derece önem kazanmasının sebebi ise Yunanlıların "İnsan herşeyin ölçüsüdür" sözüne inanmaları ve dolayısıyla tanrılarına insansı tasvir etmeleridir. Üstelik tanrıların kusursuz olması gerektiği düşüncesi de heykellerin etkileyici olmasına yolaçmıştır. Aynı mimaride olduğu gibi heykelde de daha erken dönemlerden itibaren standartlar oluşturulmuştur. Tüm insanlar heykellerde onbeş-onaltı yaşlarında genç delikanlı, yetişkin bir insan oranlarında yapılmış genç adam, sakallı ve kaslı olgun erkek, zarif genç kadın ve sakin olgun kadın gruplarından birinde gösterilmeye gayret edilmiştir. Bu sınıflandırma esasen arkaik dönemde geçerli olmuştur. Arkaik dönem heykellerinin çoğunda görünüm donuk ve serttir. Sonraları ise heykeltraşlar bronz, fildişi, altın gibi daha kolay işlenebilir malzemeler ve gelişen teknikler sayesinde her an canlanacakmışcasına başarılı heykeller yapmaya başlamışlardır. Zamanla heykellerin duruşundan ve yüzlerinden duygu bile okunabilir hale gelmiştir. Yine aynı mimaride olduğu gibi Klasik dönem heykelinde de orantı çok önem vermişlerdir. İnsan vücudundaki oranlar aritmetik olarak hesaplanmıştır. Örneğin başı tüm gövde boyunun yedide biri, ayak avuç içinin üç katı, ayaktan dize kadar olan mesafe avuç içinin altı katı olmalıdır. Mimari Her ne kadar Karanlık Çağlar diye adlandırılan dönemi de içeriyorsa da M.Ö. 1100 ile M.Ö. 700 yılları arasında kalan zaman dilimi,Yunan sanatında sonraları klasik sayılacak eğilimlerin temellerinin atıldığı zaman dilimidir. Yunanlılar mimaride kendilerine model olarak Mykenai kültürünün sütunlarla çevrilmiş merkezi büyük bir odadan oluşan basit megaron tipi yapısını almışlardır. Ardından birer doğa yasasıymışcasına inanılan kuralları geliştirmişlerdir. Bu kurallar da farklı kültürlerin ve ihtiyaçların etkisiyle birkaç gruba ayrılmış ve bunlara düzen adı verilmiştir. Bu kuralların en kesin uygulandığı yerler de şüphesiz tapınaklar olmuştur. Arkeoloji biliminde tapınaklar mimarilerine, özellikle de sütun başlıklarında görülen süslemelere göre sınıflandırılmışlardır. Tapınak yapısında bu denli dikkat çeken öğenin sütunlar olmasının sebebi görsel etkilerinden öte gerçekten de tapınağın dışında kalan en önemli ve büyük parça olan çatıyı taşıyor olmaları ve bu işlevleriyle yatay olan zemin ve çatı arasında dikey bir geçiş sağlayarak tapınağı tamamlamalarıdır.
Sütunlar bir yapıya zerafet de katabilmektedir, güçlülük hissi de. İşte bu sebeple, Yunan tapınak mimarisinde sınıflandırma sütun başlıklarına göre yapılmıştır. Düzenler sütun başlarında kullanım olarak ortaya çıkmışsa da bir bütün olarak binaların tamamını içeren sanatsal öğelerdir. Bunlar ortaya çıkış sıralarına göre zaman içinde ilk örneklerini Yunan Anakarasında gördüğümüz en sade düzen olan Dorik Düzen, kaynağını Anadolu’dan alan (Ephesos Artemission’u) İonik Düzen ve geç dönemlerde sanatsal yönden daha süslü özelliği olan Korinth Düzen’leridir. Bu ana düzenlerin dışında Aeolik, Toskanik, ve birçok unsurun beraber kullanıldığı Kompozit düzenler de kullanılmıştır. Sütun başlıklarına güre yapılan sınıflandırmanın yanısıra bir diğer sınıflandırma da sütunların dizilişlerine ve içindeki odaların sayı ve şekline göre yapılandır. Genel olarak tapınak ortada tanrı heykelinin yeraldığı naos (sella) adlı dikdörtgen oda, bazen bu büyük odanın önünde ya da arkasında yeralan daha küçük odalar ve bu odaları çevreleyen sütun dizilerinden oluşmaktadır. Sütun dizileri yalnızca bir cephede, karşılıklı iki cephe boyunca, bir dörtgen oluşturacak şekilde veya içiçe iki dörtgen şeklinde olabilir. Bu sınıflandırmada karşılaşılan bazı türler şunlardır: Peripteros (Sellanın bir dizi sütunla çevrili olması), Dipteros (sella duvarının dışının iki sıra sütunla çevrili olması), Pseudodipteros (Sella duvarları ile sütunlar arasında ikinci bir sütun sırası girecek şekilde yapılan tapınak). Sık rastlanmasa da yuvarlak düzenin uygulandığı da olmuştur. Edebiyat Yunan Arkaik Çağında, çok eski çağlardan beri söylenegelen destanlar düzenlenmiş ve bunlara son şekilleri verilmiştir. Bu destanların en önemlileri M.Ö 8. yy’nin son yarısına ait olan ve Homeros adlı gerçekten yaşadığından emin olunmayan bir şaire maledilen "İlyada" ve "Odissea" ile bazı destanların Homeros tarzında işlenmesiyle oluşan, aristokrat saraylarında ve dini halk bayramlarında okunan "Kiklos Destanları"dır. Bu destanlar, bayramın adanmış olduğu tanrıyı öven ve proimion adı verilen bir giriş bölümü içerir. Bu dönemin edebiyata getirdiği en büyük yenilik, bu yüzyılların belirleyici özelliklerinden olan bireyselliğin sonucu olarak, kişisel duygulara dayanan lirizm akımının ortaya çıkmasıdır. Lirizmin ilk örneklerini M.Ö.700 yıllarında yaşamış olan Boiotia’lı Hesiodos vermiştir. Bu şair destan tarzındaki "Erga kai Hemerai" (İşler ve Günler) adlı eserinde kendi başından geçen olayları anlatır, "Teogonia" adlı eserinde ise Yunan tanrılarının kökenlerine ilişkin görüşlerini belirtir. M.Ö.7. yy’nin ortalarında karşımıza çıkan Paros’lu Arhilohos, şiirlerinde halka hitabeden daha sade bir tarz kullanmış, insanların kaderi üzerinde durmuş, kişiliğinin özelliklerini ve hayata karşı olan duygularını açığa vurmaktan kaçınmamıştır.
Destanlarda kullanılan "Hexametron" ile daha kısa olan "Pentametron" vezinlerini kullanarak yazdığı "Elegia"lar ve birbirini izleyen kısa ve uzun hecelerden meydana gelen "İombos"’larda gösterdiği ustalık daha sonraları lirik şiirlerin yaratıcısı sayılmasına neden olmuştur. Daha sonraları lirik edebiyat alanında ortaya çıkan şairlerin hiçbiri Arhilohos’un seviyesine ulaşamamıştır. Bu şairler arasında kadınlara karşı hicviyeler yazan Amorgoslu Semonides ve Tiran’ları eleştiren, hicviyeler yazan Hipponaks gösterilebilir. Şairlerin bu gündelik hayata ait olayları anlatırken kullandıkları halk dili İombos vezniyle çok iyi uyuşmaktadır. Şiirlerinde genellikle tiranlara olan kininden ve hayatın zevklerinden bahseden Alkaios ile Yunan dünyasının en önemli kadın şairi olan ve Platon tarafından Musa’ların onuncusu olarak tanımlanan Sappho, M.Ö. 6.yy.’da Lesbos(Midilli) adasında yaşamışlardır. Sappho şiirlerinde yönettiği kızlar okulundaki kızlara duyduğu aşırı sevgiyi başarıyla anlatmıştır. Tiran saraylarında şarabı va aşkı öven Teos’lu Anakreon, işlediği hafif konularla lirizmin derinlik ve ciddiliğini kaybetmesine neden olmuştur. Bu yüzyılın şairlerinden Ephesos’lu Kallinos vatan için ölmenin en büyük onur olduğunu ileri sürerek gençleri Kimmer’lere karşı savaşmaya çağırmış, Spartalı komutan Tirtaios, savaş marşları besteliyerek yurttaşlarını savaşa teşvik etmiştir. Lirizmden ayrı olarak meydana gelmiş olan bu ulusal ve siyasal şiir türünün temsilcileri arasında, Teognis ve Atinalı Solon da reformist düşünceleriyle yerlerini alırlar. Arkaik çağın edebiyata getirdiği en önemli gelişmelerden biri de Tragedya’dır. Dini duyguların bir göstergesi olarak gelişen dans ve lirik koro şarkıları, Attika’da ilkbaharda Dionysos onuruna yapılan törenlerde özel bir şekil olarak tragedyanın temellerini atmıştır.Bu törenlerde köylüler "Satir" (teke-adam) kılıklarına girerek ağıtlar okur ve alaylar tertiplerlerdi. Başka tanrıların kültlerinde de bulunan ve "Dromera" adını taşıyan bu temsiller başta kaba ve ilkeldi. M.Ö. 534 yılında tiran Peisistratos tarafından Atina’da düzenletilen Dionysos şenliklerinde keçi maskeli kişilerin okudukları şarkıları manzum olarak iambos vezninde cevaplarından, Hipokrites (cevap verici) denilen bir aktör ortaya çıkmıştır. Karakterler arasında konuşma olmasını ve dolayısıyla belli bir olayın temsilini sağlayan bu türün mucidininin İkaryalı Tespis olduğu söylenmektedir. Atina’da çok tutulan Tragedya nın kelime kökü, Yunanca "teke" anlamına gelen Tragos ve manzum şarkı anlamına gelen Aoide kelimelerinin birleşmesi sonucu oluşan Tragoidia kelimesidir. Yunan edebiyatının klasik çağında filozofların eserleri ve nutukları sayesinde düzyazı büyük gelişme göstermiş, şiir alanında Ksenofanes’i örnek alan Parmenides ve Empedokles’in eserleri destan şeklinde yazıya dökülmüştür. Simonides, Bakhilides, Korinna ve Tebai’li Pindaros bu çağda lirik ağıtların en güzel örneklerini vermişlerdir. Bu şairlerden en bilineni olan Pindaros Panhelenik yarışmalarda kazanan atletler onuruna yazdığı şiirlerinde Olimpos tanrılarının yüceliğini ve Yunan geleneklerinin kutsallığını anlatmıştır. M.Ö. 5.yy’nin Yunan edebiyatına kazandırdığı en önemli eserler kuşkusuz Aishilos, Sofokles ve Euripides’in tragedyalarıdır.
M.Ö. 6.yy’nin sonlarına doğru tragedya, Hoirilos ve mitolojinin yanısıra tarih konusunu da işleyen Frinihos’un piyesleriyle büyük ilerleme kaydetmişti. Frinihos "Foinissai"(Fenikeli kadınlar) adlı dramında Salamis deniz zaferini büyük başarıyla anlatmış, halkın çok etkilenmesi sonucu yasaklanan "Miletos’un zaptı" adlı oyununda ise bu şehrin Persler tarafından ele geçirilişini sahneye koymuştu. Tragedyaya esas şeklini veren ise Aishilos olmuştur. Aishilos konusunu mitolojiden alan piyesler yazmıştır. Aishilos’un mitolojik konuya sahip olmayan tek piyesi bizzat katıldığı 2. Pers Seferini konu alan ve çok önemli bir tarihi belge olarak kabul edilen "Persler"dir. Tüm hayatını Atina’da geçiren Sophokles tragedyaya üçüncü bir aktör katmış ve mitologyaya dayanan piyeslerinde tanrılar ve kahramanların gerisinde insanları da başarıyla karakterize etmiştir. Yazdığı 111 piyesten yedi tanesi günümüze kadar ulaşmıştır. Yazdığı yetmişbeş piyesten ondokuz tanesi günümüze oluşan Euripides, yalnız sanat için yazan ve yaşayan bir düşünürdür. Tragedyada gelenek olduğu üzere konularını mitolojiden alan bu yazar Aishilos’un kahraman, Sophokles’in ideal insan tiplemeleri yerine tanrı veya kahraman maskesi altında çağının insanlarını incelemiştir. Zamanında beğenilmiyen yazar Aristo tarafından en iyi dram yazarı olarak tanımlanmıştır. Dionysos törenlerinden doğan bir başka tür de komedyadır. Sirakusa’da Gelon ve Hierro zamanında İstanköylü Epiharmos’un kaleme aldığı komedyalarda, Sirakusa’da özgürlük olmadığı için bazı mitosları gülünç bir şekile sokarak sahneledikleri bilinmektedir. Komedya asıl gelişimini Atina’da geçirmiştir. Resmi nitelikte olan Dionisos şenlikleri kapsamındaki yarışmalara, ilk kez M.Ö.5.yy’nin başlarında, komik korolar da alınmıştı. Kratinos ve Eupolis gibi komedya yazarları konularını tragedya yazarlarının tersine piyes konularını günlük hayattan alır, genelde parti mücadelelerini, başta bulunan devlet adamlarını ve sosyal hayatı eleştirirlerdi. Hatta eleştirileri yüzünden Kratinos’un eserlerinden bazıları sansüre maruz kalmıştı. Komedyanın en önemli yazarı Aristophanes’tir. Kırkdört piyesinden onbiri günümüze ulaşmıştır. Tragedya ve komedya dini bir tören sayıldığından aktörler, Dionisos kültüyle ilgili maskeler taşırdı. Dublör kullanılmaz, seyirciler yarım daire şeklinde kerevetler veya tahta setler üzerine otururlardı. Dionisos tiyatrosu denen bu tiyatrolar ancak M.Ö. 4.yy’de, yani tragedya’nın en parlak çağı bittikten sonra taş yapıt haline gelmiştir. Bu çağdan sonra tragedya ve komedya gerileme gösterirken, retorik ve felsefe yazıları belirli bir ilerleme göstermiştir.
Retorik yani sade ama etkileyici konuşma sanatı sofist olan Trasimahos, Gorgias ve onun öğrencisi İsokrates tarafından geliştirilmiştir. Aynı çağda nutuklarıyla ün kazanan hatipler arasında Lisias, Aishines, Hipperides ve Demostenes gösterilebilir. Eski çağın en büyük hatiplerinden olan Demostenes’in yurtsever duygular ve patetik sözlerle yüklü nutukları hem eski zamanların hem de günümüzün siyaset adamlarını etkilemiştir. Felsefe Felsefe M.Ö.6.yy’nin ilk yarısında o zamanki dünya görüşünün insanları tatmin etmemesinden doğmuştur. Yeni uygarlıkların keşfi bir takım sorunlar ortaya koymuş, insanları bu sorunların üzerine eğilmeye sevk etmiştir. Bu yüzyıllarda İyonya’nın aydın çevrelerinde kıpırdanmaya başlayan düşünce hareketleri dinin ve taassubun zincirlerini kırmış dünyada olup biten şeyleri doğa üstü güçlerle değil tabiata egemen kanunlarla açıklama eğilimi baş göstermiştir. Bu dönemlerde başlı başına şahsiyetler çıkmış ve bu kişiler eski geleneklere karşı çıkarak dünyanın menşeini kavramak ve onu meydana getiren elemanları saptamak için uğraşmışlardır. Bunlara İyonya tabiat filozofları adı verilmektedir. Thales, bu dünyayı ve herşeyi meydana getiren şeyin su olduğunu iddia eder. Anaksimandros havayı sudan önemli görür. Kselofannes de bu dönemin önemli felsefe adamlarındandır. İyonya tabiat filozoflarının vardıkları birbiriyle çelişen çeşitli sonuçlara rağmen bilime yaptıkları en büyük hizmet bu sorunları ilk kez ortaya atmaları ve bilimi pratik amaçlar için kullanılan bir araç değil, sırf gerçeğe ulaşmak için teorik nitelikte bir araştırma olarak kabullenmeleridir ki bu görüş bugünkü bilim görüşüne tamamen uygundur. M.Ö. 5. yy.’nin (Birinci Klasik Çağ) ilk yarısında yetişen düşünürlerin büyük kısmı ya Atinalı ya da Atina’da yerleşmiş yabancılardır. Anadolu’da ise tabiat felsefesini sürdüren bazı filozoflar yaşıyordu. Fakat bunlar birbirleriyle çelişen teoriler ileri sürdüklerinden, bu teoriler geniş çevrelere ulaşamamış, tüm Yunan adasına yayılamamıştır. Bu dönem önemli filozofları arasında Ephesoslu Herakleitos tabiatta hiçbir şeyin olduğu gibi kalmayıp, nesnelerin sürekli "logos" (akıl) olarak gösterdiği ve ateşle bir saydığı kanuna göre değiştiğini ileri sürmüştür. Eleialı Parmenides de dünya hakkındaki görüşünü akıl ve mantığa dayamak suretiyle kurmak istediğinden Yunan felsefe tarihinin ilk rasyonalist filosofu olarak bilinmektedir.
M.Ö. 480 yılından sonra kültür hayatında bir hayli gelişme olan Sicilya’da yetişmiş Empedokles, Perikles zamanında Atina’da felsefe sistemini açıklamaya başlamış olan Klazomenaili Anaksagoros, Abderalı Demokritos ve Sokrates bu dönemin en ünlü yazarlarıdır. Demokritos düalist düşüncelerin tersine dünyadaki şeylerin sayıları sonsuz, bölünmeleri imkansız, son derece küçük, renksiz ve sade olan zerrelerden yani "atom"’lardan meydana geldiğini savunmuştur. Demokritos tam anlamıyla materyalist felsefe sistemi ortaya koymuştur. Sokrates (M.Ö 470/69-399) insanları kendi kendilerine öğrenmeye sevk ederek yurttaşlarının ahlaken daha iyi olmalarını, sosyete ve devlet içinde daha faydalı elemanlar olarak çalışmalarını istiyordu. Kendisi sofizm dalında olduğu kadar felsefede de döneminin en önemli şahsiyetleri arasına girmiştir. Yetiştirdiği öğrenciler Yunan tarihinin 2. Klasik çağında felsefe alanında büyük gelişmeler yapmışlar ve onun düşüncelerini uzun süre yaşatmışlardır. Sokrates’te eskiyi yıkmak isteyen devrimci bir taraf da vardı. Bu yönü sebebiyle ağır eleştirilere uğramış, sonunda Anitas adında bir Atinalı’nın onu devlet tanrılarını inkar etmek ve gençliği zehirlemekle suçlaması üzerine mahkemeye verilerek idama mahkum olmuş ve zehir içerek intihar etmiştir. M.Ö. 5 yy’da zamanımıza kadar bilim dünyasını meşgul eden problemler ele alınmaya başlanmış, bunlara çözümler üretilmek üzere çalışılmıştır.
İkinci klasik çağda (M.Ö 4.yy) bir taraftan Demokritos’un atom teorisi geliştirilmekte diğer taraftan Sokrates’in felsefi düşünceleri öğrencileri tarafından ilerletilmektedir. Bu öğrenciler arasında Atina’da Kinosarges gimnasyonunda bir ekol kuran Antistanes gösterilebilir. Antistenes’e göre dünya hazları ve kültür elemanları insanlar için zararlıydı. Bunun için insanlar alçak gönüllü olmalı, gayet sade ve hatta ilkel bir yaşam sürdürmeliydi. Yalnız kendi ihtiraslarına egemen olan kişi özgür olabilirdi. Antistenes’in görüşlerini Sinoplu Diogenes daha da geliştirmiştir. Aynı sorunu Sokrates’in başka bir öğrencisi Kireneli Aristippos da ele almıştır. Aristippos’un en önemli öğrensisi Hellenizm çağında faaliyette bulunmuş olan Epikuros’tur. Yalnız Sokrates’in öğrencilerinin değil, tüm Yunan filozoflarının en büyüğü Atinalı zengin bir aileye mensup olan Platon (427-348/47)’dur.Yunan felsefesi Platon (Eflatun) ile en yüksek seviyesine ulaşmıştır. "Faidon", "Apologia", "Simpasion", "Politeia" (Devlet) ve "Nomai" (Kanunlar) en önemli eserleridir. Eflatun felsefesinin özünü idealar teorisi ve insan ruhunun ölümsüzlüğü teşkil eder. İçinde olduğumuz sürekli akış halinde olan nesneler dünyasının ötesinde Eflatun’un reel varlıklar olarak kabullendiği "idealar dünyası" yani tümel anlamların meydana getirdiği sonsuz bir dünya vardır. Gerçek sandığımız nesneler bu ideaların yaşadığımız dünyaya yansımalarından başka birşey değildir, bunlar ideaların gölgelerinden ibarettir. Platon’un en ünlü öğrencisi Aristo’dur. Aristo (384-322) genç yaşlarda Platon tarzında yazdığı dialoglarla ün kazanmıştır. Hocasının "idealar" teorisinin mistik kısımlarını incelemiş ve aynı zaman da siyaset bilimi ile uğraşmıştır. Makedonya kralı Filip 2’nin oğlu İskender’in öğretimiyle uğraşmış ve onun Yunan kültürüyle yakından ilşkiye girmesini sağlamıştır. Aristo bilimleri dört kısıma ayırmıştır: Mantık, metafizik, tabiat tarihi ve ahlak. Son iki gruba dair yazdığı eserler çok önemlidir. Tabiat bilimi olarak fizik, astronomi, psikoloji, zooloji, botanik ve jeoloji’yi kastetmiş ve bütün bu alanlarda yaptığı çalışmalarında zengin etüd kolleksiyonları toplamakla bilimsel çalışmaların tam anlamıyla kurucusu olmuştur. Siyaset bilimi alanında da uzun incelemeler sonucu "Politikai" adlı bir eser yazmış, bu eserinde tarihte karşılaştığı monarşi, aristokrasi ve demorasi olmak üzere üç devlet sistemiyle meşgul olmuştur. Bu kitabı, Yunanistan’ın yüzyıllar boyu siyasal durumu hakkında etraflı bilgiler verdiği için tarihçiler tarafından çok önemsenmiş ve kullanılmıştır. Aristo’dan sonra daha önceki filozofların yerini tutabilecek geniş görüşlü bir kimse yetişmemiş, Hellenizm çağında ise tek tek bilim alanlarında uğraşan bilginler ortaya çıkmıştır.
Mitoloji: Eski Yunanlılar doğadaki herşeyi tanrı olarak görmüşler, etraflarında olan her olayı bir tanrıyla bağdaştırmışlardır. İnsan şeklinde olmalarına rağmen ölümsüz ve insanlardan çok daha güçlü olan bu tanrılar Yunan mitolojisiin temelini oluştururlar. Asırlar boyunca anlatılagelen ve "mythos" denilen hikayelerden oluşan Yunan mitolojisinin ana konuları dünyanın, tanrıların ve insanların oluşumu, tanrıların kendi aralarındaki veya insanlarla olan ilişkileri ve Troya Savaşı gibi gerçek olaylardır. Bu gibi gerçek olaylara, ağızdan ağıza anlatılırlarken çeşitli hayal ürünü hikayeler eklenmesi sonucu oluşan efsaneler aynı zamanda tarihsel değer de taşırlar. Yunan mitolojisine göre başlangıçta, yani dünya oluşmadan önce Khaos (sonsuz boşluk) vardı. Sonra Khaos’tan Gaia, yani toprak ve daha da sonra çekici gücün sembolü Eros çıktı. Eros’un sayesinde Khaos ve Gaia’dan Erebos (yeraltı karanlığı) ve Nyks (gece), onlardan ise Arther (göğün üst tabakalarının ışığı) ve Hemere (gündüz) doğdu. Daha sonra Uranos (gök) ve Pontos’u (deniz) dünyaya getiren Gaia Uranos’la birleşerek erkek ve dişi titanları, tek gözlü devler olan Kyklop’ları ve Hekatonkheires adlı yüz kollu devleri doğurdu. En son doğan erkek titan olan Kronos babasını yenerek tüm evrenin kralı oldu. Krallığını kaybetmemek için kendisi gibi titan olan karısı Rhea’dan doğan çocuklarını yiyen Kronos , kendisinden kaçırılan oğlu Zeus tarafından yenilince mitolojide tanrılar devri başladı.
ZEUS: Gök tanrısı olan Zeus annesi Rhea’nın yardımıyla babası Kronos’u tahtından indirerek Olympos’a yerleşmiştir. İnsanları ve tanrıları tiranlar ve devlere karşı korumuş ve onlara hükmetmiştir. Sık sık hayvan kılığına girip kadınları baştan çıkarır. Birçok sıfatı ve simgesi vardır.
HERA: Analığın yüceliği ve evliliği simgeler. Kronos ve Rhea’nın kızı olan Hera kardeşi Zeus’la evlidir. Çoğunlukla kinci, kıskanç ve hırçın bir tanrıça olmasıyla tanınır.
ATHENA: Evleri ve kentleri korur. Babası Zeus’un kafasından, tepeden tırnağa silahlı olarak doğmuştur. Aklın ve zekanın gücünü simgeler. Genellikle silahlı olarak canlandırılır.
APOLLON: Güneş tanrısı olan Apollon, Zeus ve Leto’nun oğludur. Aynı zamanda müzik ve şiir tanrısıdır. Tanrıların en yakışıklısıdır.
ARTEMİS: Av tanrıçası olan Artemis, Apollon’un kız kardeşidir. El değmemişliği simgeler. Ok ve yay taşır, bir dişi geyik ve köpeklerle dolaşır. Simgesi hilaldir.
HERMES: Zeus ile Maia’nın oğlu olan Hermes yolları ve onların üzerinde seyreden habercileri gezginleri, satıcıları ve gerektiğinde de hırsızları korur. Becerikli ve kurnaz bir tanrıdır.
HEPHAİSTOS: Ateş tanrısıdır. Demircilik ve madencilik ustasıdır. Hera’nın oğludur. Aphrodite ile evlenmiştir. İki ayağıda topal olan Hephaistos yer altında tanrılara silah yapar.
ARES: Savaş tanrısıdır. Acımasız ve kavgacı bir tanrı olduğu için kimse tarafından sevilmez.
APHRODITE: Aşk tanrıçasıdır. Hephaistos’un sadık olmayan eşidir. Anadolu’da büyük saygı görmüş adına kentler ve tapınaklar yapılmıştır. ·
DEMETER: Bereket ve ekili topraklar tanrıçası, Kronos ve Rhea’nın kızıdır.
POSEİDON: Denizler tanrısıdır. Denizciler iyi bir yolculuk için Poseidon’a yakarırlardı. Zeus’un erkek kardeşidir.
HADES: Ölüler dünyasının ve yeraltının tanrısıdır. Kendisini görünmez yapan bir başlığı vardır.
ASKLEPİOS: Asklepios sağlık ve hekimlik tanrısıdır. Yaygın kanıya göre Apollon ve nymphe (su perisi) Koronis’in oğludur.Genelde elinde yılanlı bir asa ile betimlenir. Zeus tarafından öldürülmüştür.
DİONYSOS: Şarap, sarhoşluk ve bağcılık tanrısı olan Dionysos, Zeus ve Semele’nin oğludur.Simgesi çam ve sarmaşıktır. Genellikle elinde kantharos adı verilen testiyle canlandırılır.
HESTİA: Ocak tanrıçası, evli kadın ve yeni doğmuş çocukların koruyucusu Hestia, Kronos ve Rhea’nın bakire kızıdır. Onuruna her sitenin prytaneionunda sürekli olarak kutsal ateş yakılırdı.
THYKE: İyi ve kötü talih tanrıçası. Çoğunlukla taç ve elinde bereket boynuzuyla betimlenir.
NEMESİS: Nyks’in kızıdır. Tanrısal öcü simgeler. Zeus’tan kurtulmak için kaza dönüşmüştür, fakat Zeus da bir kaza dönüşerek Helene ve Dioskurları doğurmasına sebep olmuştur.
HYGİEİA: Sağlık tanrıçasıdır. Asklepios’la ilişkilendirilir. Hayvanı yılandır.
HYPNOS: Uyku tanrısıdır. Erebos ve Nyks’in oğludur. Oğulları Morpheos, İcelos ve Phantasos düşleri yaratır. Yaşadığı mağaradan unutkanlık ve kayıtsızlık ırmağı Lethe’nin suları geçer.
HYMENAİOS: Evlilik tanrısıdır. Genellikle Apollon ve Kalliope’nin oğlu olduğu kabul edilir.
EROS: Aşkın ve üremenin tanrısıdır. Önceleri genç olarak betimlenen Eros daha sonra Hellenistik dönemde kalpleri ok ile yaralayan kanatlı bir çocuk olarak betimlenmeye başlanmıştır.
PAN: Kırlar, çobanlar ve ormanların tanrısıdır. Keçi ayaklı, sakallı ve boynuzludur. Zevk düşkünü bir tanrıdır. Syrinks (pan flüt) çalar, tepelerde dolaşır ve sürüleri korurdu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ders,plan,proje,performans,ödev